Bunca zamandır kardeşimle birlikte anneme bilgisayar öğretebilmek için çok teşebbüslerimiz oldu.
Sonunda pes ettik ikimizde.
Kimbilirdi ki bu ayrılığın onu bilgisayar konusunda bu kadar motive edeceğini.
Kardeşim eğitim için yurtdışına gittiğinden beri bir azim, bir azim.
Maşallah interneti ve facebook'u kendi kendine çözüverdi.
Bu arada evin içinde komik diyaloglar geçiyor tabii.
Ümoş ve Fesbuk :) serisi yapacağım diyordum.
İşte başladım :)
Uzun uzun yazmak yerine bu süreçte bizim evin hallerinden birkaç kareyi hazırladığım karikatürlerle paylaşıyorum :))
Not: sevgili bloğumun sevgili ziyaretçisi :)
Şunu bilmenizi isterim ki bu karikatürler, gülüp sevgili anneciğimle dalga geçmeniz için eklenmemiştir! Biz evin içinde bu diyaloglara çok gülüyoruz. Aramızda eğleniyoruz. Amacım hem bu güldüğümüz anıları hep hatırlamak hem de sizi de bizimle birlikte gülümsetebilmektir :)
Fosters'la Foslatalım
Bu arada gerçekten yaşanmış olan bu anıları websitesi aracılığı ile karikatürize edebilmeme yardımcı olduğu için Fosters'a da çok teşekkür ediyorum.
Sosyal medyayı çok güzel kullanmışlar.
İki çiziktirip, bir foslatıp siz de böyle karikatürler çizmek
isterseniz adres: www.fosbuk.com :))
18 Temmuz 2010
16 Temmuz 2010
Different: Escaping the competitive herd
"Ruhu ve kalbi olan bir iş kitabı" olarak tanımlıyor uzmanlar bu kitabı.
Gerçekten de öyle!
Bu haftasonu bir çırpıda okuyuverdim.
Bu heterojenlik içindeki homojenlik hepimize çok seçim şansı sunuyor ama bu seçenekler bize anlamsız gelen farklılıklarla dolu.
Bu nedenle kitap özünde "sadeleşin", "sadeleşin" ve "sadeleşin"
Böylece farklılaşın diyor.
Çünkü en iyi olmak için çılgınca rekabet etmeniz sizi sıradanlaştırabilir.
Kitabın yazarı Youngme Moon "Sizi hiçbir yere götürmeyecek bu koşu bandından inin. Rakiplerinizi alt etmek için ürün ve hizmetlerinize yeni özellikler eklemek, birkaç şeyi arttırmak ve çekici yanlar katmak sadece diğerlerine benzemenizle sonuçlanır." diyor.
Çeşitli sektörlerden ürün örnekleri ile açıklıyor.
Örneğin; Mini Cooper lansmanı "Bu arabanın çok küçük olduğunu mu düşünüyorsunuz? Bakın aslında sizin sandığınızdan da küçük: "XXL, XL, L, M, S, XS, MINI" teması ile yapıldığını hatırlatıyor.
Yahoo sayfasına özellik üzerine özellik eklerken, Google'ın adeta süssüz bir butik gibi ama ekstralarla dolu bir sektörün gerçek hakimi.
Yazar Harvard'da profesör olmasına rağmen, kitabın dilinde de aynı yalınlaşarak, farklılaşma yöntemini uygulamış.
O kadar yalın bir dilde ki; 260 sayfalık, üstelik ingilizce bir kitap olmasına rağmen hiç sıkılmadan iki gün içinde bitiriverdim.
Uyum sağlamanın hüküm sürdüğü ama istisnaların hükmettiği bir dünyada nasıl başarılı olunacağı üzerine başarılı bir kitap.
Gerçekten de öyle!
Bu haftasonu bir çırpıda okuyuverdim.
Bu heterojenlik içindeki homojenlik hepimize çok seçim şansı sunuyor ama bu seçenekler bize anlamsız gelen farklılıklarla dolu.
Bu nedenle kitap özünde "sadeleşin", "sadeleşin" ve "sadeleşin"
Böylece farklılaşın diyor.
Çünkü en iyi olmak için çılgınca rekabet etmeniz sizi sıradanlaştırabilir.
Kitabın yazarı Youngme Moon "Sizi hiçbir yere götürmeyecek bu koşu bandından inin. Rakiplerinizi alt etmek için ürün ve hizmetlerinize yeni özellikler eklemek, birkaç şeyi arttırmak ve çekici yanlar katmak sadece diğerlerine benzemenizle sonuçlanır." diyor.
Çeşitli sektörlerden ürün örnekleri ile açıklıyor.
Örneğin; Mini Cooper lansmanı "Bu arabanın çok küçük olduğunu mu düşünüyorsunuz? Bakın aslında sizin sandığınızdan da küçük: "XXL, XL, L, M, S, XS, MINI" teması ile yapıldığını hatırlatıyor.
Yahoo sayfasına özellik üzerine özellik eklerken, Google'ın adeta süssüz bir butik gibi ama ekstralarla dolu bir sektörün gerçek hakimi.
Yazar Harvard'da profesör olmasına rağmen, kitabın dilinde de aynı yalınlaşarak, farklılaşma yöntemini uygulamış.
O kadar yalın bir dilde ki; 260 sayfalık, üstelik ingilizce bir kitap olmasına rağmen hiç sıkılmadan iki gün içinde bitiriverdim.
Uyum sağlamanın hüküm sürdüğü ama istisnaların hükmettiği bir dünyada nasıl başarılı olunacağı üzerine başarılı bir kitap.
12 Temmuz 2010
Şans mı? Çalışmak mı?
Ultra maratoncu.
Türkiye'deki dört ultra maratoncu arasındaki tek kadın
50 yaşında.
20 yıldır maraton, 10 yıldır ultra maraton koşuyor.
Dünyadaki en iyi 5 kadın ultra maratoncudan biri.
Son beş yıldır macera sporları ile uğraşıyor.
Neden Bakiye Duran'ı yazmak istedim?
Müthiş bir hikayesi var. Mücadelenin ve Mucizenin öyküsü!
Hayal etmenin, çalışmanın, insan hayatındaki zorluk gibi görünenlerin üstesinden gelindiğinde aslında nasıl birer mükafat olabileceğinin müthiş bir örneği.
Samsun'un bir köyünde çiftçi bir ailenin sekiz çocuğundan biri olarak dünyaya gelmiş.
Azimle çalışmış. Kimya ve beden öğretmeni olmuş.
Felsefesi; "yaptığın işi öyle yap ki, farkedilsin."
Küçük yaşta köy yollarında okula bir başına gidemeyeceği ve bu yüzden bir daha hiç böyle bir şansı olmayacağı için okula abileri ile gitmesi gerekmiş.
Bu yüzden de okula 5 yaşında başlamak zorunda kalmış.
Ev-okul arasındaki 5 km'lik yolu her gün koşa koşa gitmiş, koşa koşa gelmiş.
Karda kışta nehirleri, gölleri geçmiş.
Köyde koyunları gütmek için koşmuş.
Köpekler kovalayınca kaçmak için koşmuş.
Yağmur yağmadan, buğdayları toplamak için koşmuş.
Tezek yapmış, tırpan yapmış ama ne yaparsa yapsın hep en iyisini yapmış.
O yaşlarda en büyük hayali; pantalon giymek.
O şartlar için büyük bir hayal olsa da, onu da gerçekleştirmiş.
Bugünkü konumuna baktığımızda tüm bu zorlu hayat şartları, aslında onu bugünkü konumuna hazırlayan birer antreman olduğunu görüyoruz.
Yolu bir şekilde İstanbul'a düştüğünde ışığı Avrasya Maratonu'na katılması ile parlamış.
Bugün, dünyanın sayılı sporcuları arasında.
50 yaşında ama çöl yarışlarına, kuzey kutbu buz yarışlarına , dünya şampiyonasına katılacak bir enerjiye sahip.
Bir o kadar da vefalı. Doğduğu köyü de unutmamış.
Kazandıkları ile doğduğu köye 1000 armut, 1000 elma ağacı dikiyor.
Sulama teknolojisini götürerek, köyünün de kalkınmasına katkıda bulunuyor.
Başarısının sırrını ise şöyle tanımlıyor;
* Yaptığı her işi farklı yapmak.
* Bu süreçte kendini aşağı çekenlerden uzaklaşmak (ör; kız kardeşi eteğine yapılırken, o abilerine yapılıp traktör tamir etmeyi öğrenmiş. Böylece en az onlar kadar güçlü olmuş.)
* Hayal etmek
* Çok çalışmak
* Tüm bunların sonucunda da eşik enerjisini harekete geçirmek
Peki ya şans?
Belki şans da önemlidir ama insan önce çalışır, çalışır, çalışır, öğrenir, öğrenir, öğrenir.
Sonra bir an gelir hayat sizi alır ve yukarı doğru atar, sıçramanızı sağlar.
Bazıları buna şans adını verir ama şu da bir gerçek ki Pasteur'ün dediği gibi;
"Şans her zaman hazır akılları seçiyor."
Tıpkı Duran gibi...
Türkiye'deki dört ultra maratoncu arasındaki tek kadın
50 yaşında.
20 yıldır maraton, 10 yıldır ultra maraton koşuyor.
Dünyadaki en iyi 5 kadın ultra maratoncudan biri.
Son beş yıldır macera sporları ile uğraşıyor.
Neden Bakiye Duran'ı yazmak istedim?
Müthiş bir hikayesi var. Mücadelenin ve Mucizenin öyküsü!
Hayal etmenin, çalışmanın, insan hayatındaki zorluk gibi görünenlerin üstesinden gelindiğinde aslında nasıl birer mükafat olabileceğinin müthiş bir örneği.
Samsun'un bir köyünde çiftçi bir ailenin sekiz çocuğundan biri olarak dünyaya gelmiş.
Azimle çalışmış. Kimya ve beden öğretmeni olmuş.
Felsefesi; "yaptığın işi öyle yap ki, farkedilsin."
Küçük yaşta köy yollarında okula bir başına gidemeyeceği ve bu yüzden bir daha hiç böyle bir şansı olmayacağı için okula abileri ile gitmesi gerekmiş.
Bu yüzden de okula 5 yaşında başlamak zorunda kalmış.
Ev-okul arasındaki 5 km'lik yolu her gün koşa koşa gitmiş, koşa koşa gelmiş.
Karda kışta nehirleri, gölleri geçmiş.
Köyde koyunları gütmek için koşmuş.
Köpekler kovalayınca kaçmak için koşmuş.
Yağmur yağmadan, buğdayları toplamak için koşmuş.
Tezek yapmış, tırpan yapmış ama ne yaparsa yapsın hep en iyisini yapmış.
O yaşlarda en büyük hayali; pantalon giymek.
O şartlar için büyük bir hayal olsa da, onu da gerçekleştirmiş.
Bugünkü konumuna baktığımızda tüm bu zorlu hayat şartları, aslında onu bugünkü konumuna hazırlayan birer antreman olduğunu görüyoruz.
Yolu bir şekilde İstanbul'a düştüğünde ışığı Avrasya Maratonu'na katılması ile parlamış.
Bugün, dünyanın sayılı sporcuları arasında.
50 yaşında ama çöl yarışlarına, kuzey kutbu buz yarışlarına , dünya şampiyonasına katılacak bir enerjiye sahip.
Bir o kadar da vefalı. Doğduğu köyü de unutmamış.
Kazandıkları ile doğduğu köye 1000 armut, 1000 elma ağacı dikiyor.
Sulama teknolojisini götürerek, köyünün de kalkınmasına katkıda bulunuyor.
Başarısının sırrını ise şöyle tanımlıyor;
* Yaptığı her işi farklı yapmak.
* Bu süreçte kendini aşağı çekenlerden uzaklaşmak (ör; kız kardeşi eteğine yapılırken, o abilerine yapılıp traktör tamir etmeyi öğrenmiş. Böylece en az onlar kadar güçlü olmuş.)
* Hayal etmek
* Çok çalışmak
* Tüm bunların sonucunda da eşik enerjisini harekete geçirmek
Peki ya şans?
Belki şans da önemlidir ama insan önce çalışır, çalışır, çalışır, öğrenir, öğrenir, öğrenir.
Sonra bir an gelir hayat sizi alır ve yukarı doğru atar, sıçramanızı sağlar.
Bazıları buna şans adını verir ama şu da bir gerçek ki Pasteur'ün dediği gibi;
"Şans her zaman hazır akılları seçiyor."
Tıpkı Duran gibi...
11 Temmuz 2010
Evrenin dakik saati
Yürüyüş meditasyon yapmak gibidir çoğu zaman benim için.
Yoğun iş gününün ardından, gün batımını izleyerek, ılık rüzgarı hissederek yürümek çok dinlendirir beni.
Bu nedenle zaman zaman iş çıkışlarında sahilde yürüyüş yaparım.
Geçen akşam da böyle bir akşamdı.
Tam yürüyüşümüz bitmiş evimize dönüyorduk ki, yaşlı bir amcaya rastladık.
Elini duvara dayamış, nefes almaya çalışıyor.
Temiz yüzlü, beyaz saçlı.
70'ine merdiven dayamış.
Yalova'dan günü birliğine İstanbul'a hastaneye gelmiş.
Zavallıcık hastanede muayenesinin sonucunda neler duymuş ki, şoktan telefonunu, çantasını, cüzdanını, unutuvermiş.
Ne evinin telefonunu hatırlıyor, ne de yanında geri dönmek için beş kuruşu var.
Gururundan da kimselerden yardım istemeden onca yolu yürümeye çalışıyor.
Neredeyse yığıldı yığılacak diye korktuk.
Tabii, bırakır mıyız?
Amcayı Çiftehavuzlar'da kaptığımız gibi Bostancı deniz otobüsüne götürdük ama geç kalmışız, kapanmış..
E bu halde yolda bırakacak halimiz yok ya!
Bostancı'ya kadar gelmişken Kartal Deniz Otobüs'üne bırakalım dedik.
Şans bu ya! Orası da kapalı.
Tam bıraktık dönüyoruz derken, zavallıcık nasıl mahsun mahsun bakıyor uzaktan.
E hadi, bu kadar iyilik yaptık, bari tam yapalım da amcayı ailesine ulaştıralım biran önce diyip, arabaya davet ettik yeniden.
Bu sefer de Pendik Deniz Otobüs'ünün yolunu tuttuk.
Tam ulaştık derken araçları feribota alan görevli "kaçırdınız" demez mi?
E pes! Herhalde artık eve götüreceğiz derken, ne olur olmaz gişeye kadar gidip son bir şansımızı deneyelim dedik. İyi ki de öyle yapmışız.
...ve nihayet amcayı feribota bindirdik.
O kadar temiz yüzlü ve üzgün haldeydi ki kim olsa aynı şeyi yapardı.
Dilerim ailesine sağ salim kavuşmuştur.
Bizim ailece böyle olayları çekmekte üstümüze yoktur.
Hele annemle birlikteysek çarpan etkisi yaratıyoruz walla :))
Bi kere benim gözümden kaçmıyor. No'luyo diye bir burnumu sokuyorum hemen.
O da olayın ne olup olmadığını bilmeden direkt iç güdüleri ile adeta kaplan gibi atlıyor yardım alanına.
Süper ikiliyiz yani bu durumlarda.:))
Bi de ikimizin yumuşak kalbi devreye girince kendimizi unutup, hatta yürüyüş sonrası arabaya benzin koyacağımızı bile unutup, cebimizdeki tüm nakiti de amcaya verip, kırmızı ışık yanana kadar onca yolu gidip, amcayı evine ulaştırmanın huzur ve mutluluğu ile arabamıza gelip, dönüş yolunda yana tutuşa benzinci arar duruma geliverdik bir anda.:)))
Ne kadar şanslıyız ki hemen bir taksici koştu yardımımıza.
Arabamıza bindi ve bizi bilmediğimiz o karışık yerlerde belki yarım saat dolaşsak bulamayacağımız benzinciye iki dakika da götürüverdi.
Sonuç olarak evrenin öyle bir saati var ki; herşey düşündüğümüzden çok daha dakik.
Yaşlı amca için biz, bizim için de taksici tam olması gereken zamanda, olması gereken yerdeydi.
Artık hiçbirşeyden kokmuyorum.
Ona güveniyorum ve
Biliyorum.
Çünkü iyi niyetle birşeyler yaptığımızda o hep yanımızda.
Efendim, doğru zamanda, doğru yerde olmanız dileğiyle :)
Yoğun iş gününün ardından, gün batımını izleyerek, ılık rüzgarı hissederek yürümek çok dinlendirir beni.
Bu nedenle zaman zaman iş çıkışlarında sahilde yürüyüş yaparım.
Geçen akşam da böyle bir akşamdı.
Tam yürüyüşümüz bitmiş evimize dönüyorduk ki, yaşlı bir amcaya rastladık.
Elini duvara dayamış, nefes almaya çalışıyor.
Temiz yüzlü, beyaz saçlı.
70'ine merdiven dayamış.
Yalova'dan günü birliğine İstanbul'a hastaneye gelmiş.
Zavallıcık hastanede muayenesinin sonucunda neler duymuş ki, şoktan telefonunu, çantasını, cüzdanını, unutuvermiş.
Ne evinin telefonunu hatırlıyor, ne de yanında geri dönmek için beş kuruşu var.
Gururundan da kimselerden yardım istemeden onca yolu yürümeye çalışıyor.
Neredeyse yığıldı yığılacak diye korktuk.
Tabii, bırakır mıyız?
Amcayı Çiftehavuzlar'da kaptığımız gibi Bostancı deniz otobüsüne götürdük ama geç kalmışız, kapanmış..
E bu halde yolda bırakacak halimiz yok ya!
Bostancı'ya kadar gelmişken Kartal Deniz Otobüs'üne bırakalım dedik.
Şans bu ya! Orası da kapalı.
Tam bıraktık dönüyoruz derken, zavallıcık nasıl mahsun mahsun bakıyor uzaktan.
E hadi, bu kadar iyilik yaptık, bari tam yapalım da amcayı ailesine ulaştıralım biran önce diyip, arabaya davet ettik yeniden.
Bu sefer de Pendik Deniz Otobüs'ünün yolunu tuttuk.
Tam ulaştık derken araçları feribota alan görevli "kaçırdınız" demez mi?
E pes! Herhalde artık eve götüreceğiz derken, ne olur olmaz gişeye kadar gidip son bir şansımızı deneyelim dedik. İyi ki de öyle yapmışız.
...ve nihayet amcayı feribota bindirdik.
O kadar temiz yüzlü ve üzgün haldeydi ki kim olsa aynı şeyi yapardı.
Dilerim ailesine sağ salim kavuşmuştur.
Bizim ailece böyle olayları çekmekte üstümüze yoktur.
Hele annemle birlikteysek çarpan etkisi yaratıyoruz walla :))
Bi kere benim gözümden kaçmıyor. No'luyo diye bir burnumu sokuyorum hemen.
O da olayın ne olup olmadığını bilmeden direkt iç güdüleri ile adeta kaplan gibi atlıyor yardım alanına.
Süper ikiliyiz yani bu durumlarda.:))
Bi de ikimizin yumuşak kalbi devreye girince kendimizi unutup, hatta yürüyüş sonrası arabaya benzin koyacağımızı bile unutup, cebimizdeki tüm nakiti de amcaya verip, kırmızı ışık yanana kadar onca yolu gidip, amcayı evine ulaştırmanın huzur ve mutluluğu ile arabamıza gelip, dönüş yolunda yana tutuşa benzinci arar duruma geliverdik bir anda.:)))
Ne kadar şanslıyız ki hemen bir taksici koştu yardımımıza.
Arabamıza bindi ve bizi bilmediğimiz o karışık yerlerde belki yarım saat dolaşsak bulamayacağımız benzinciye iki dakika da götürüverdi.
Sonuç olarak evrenin öyle bir saati var ki; herşey düşündüğümüzden çok daha dakik.
Yaşlı amca için biz, bizim için de taksici tam olması gereken zamanda, olması gereken yerdeydi.
Artık hiçbirşeyden kokmuyorum.
Ona güveniyorum ve
Biliyorum.
Çünkü iyi niyetle birşeyler yaptığımızda o hep yanımızda.
Efendim, doğru zamanda, doğru yerde olmanız dileğiyle :)
Aşk'ın 40 Kuralı
Bu yaz okuyacağım yazlık kitapları ararken, geçen yaza ve aynı zamanda pek çoğumuzun hayatına damgasını vuran Elif Şafak'ın Aşk adlı romanı geldi aklıma..
Hem gözümün önünde olsun, hem de arada bir okuyup hatırlayayım diye şuraya not düşeyim :)
Birinci Kural: Yaradanı hangi kelimelerle tanımladığımız, kendimizi nasıl gördüğümüze ayna tutar. Şayet Tanrı dendi mi öncelikle korkulacak, utanılacak bir varlık geliyorsa aklına, demek ki sende korku ve utanç içindesin çoğunlukla. Yok eğer Tanrı dendi mi evvele aşk, merhamet ve şefkat anlıyorsan, sende de bu vasıflardan bolca mevcut demektir.
İkinci Kural: Hak Yolu’nda ilerlemek yürek işidir, akıl işi değil. Kılavuzun daima yüreğin olsun, omzun üstündeki kafan değil. Nefsini bilenlerden ol, silenlerden değil!
Üçüncü Kural: Kuran dört seviyede okunabilir. İlk seviye zahire manadır. Sonraki batıni mana. Üçüncü batıninın batınisıdır. Dördüncü seviye o kadar derindir ki kelimeler kifayesiz kalır tarif etmeye.
Dördüncü Kural: Kainattaki her zerrede Allah’ın sıfatlarını bulabilirsin, çünkü O camide, mescitte, kilisede, havrada değil her an her yerdedir. Allah’ı görüp yaşayan olmadığı gibi O’nu görüp ölen de yoktur. Kim O’nu bulursa sonsuza dek O’nda kalır.
Beşinci Kural: Aklın kimyası ile aşkın kimyası başkadır. Akıl temkinlidir. Korka korka atar adımlarını. ‘Aman sakın kendini’ diye tembihler. Halbuki aşk öyle mi? Onun tek dediği: ‘bırak kendini, ko gitsin!’
Akıl kolay kolay yıkılmaz. Aşk ise kendini yıpratır, harap düşer. Halbuki hazineler ve defineler yıkıntılar arasında olur. Ne varsa harap bir kalpte var!
Altıncı Kural: Şu dünyada çatışma, önyargı ve husumetlerin çoğu dilden kaynaklanır. Sen sen ol, kelimelere fazla takılma. Aşk diyarında dil zaten hükmünü yitirir. Aşık dilsiz olur.
Yedinci Kural: Şu hayatta tek başına inzivada kalarak, sadece kendi sesinin yankısını duyarak, Hakikat’i keşfedemezsin. Kendini ancak bir başka insanın aynasında tam olarak görebilirsin.
Sekizinci Kural: Başına ne gelirse gelsin, karamsarlığa kapılma. Bütün kapılar kapansa bile, sonunda O sana kimsenin bilmediği bir patika açar. Sen şu anda göremesen de, dar geçitler ardında nice cennet bahçeleri var. Şükret! İstediğini elde edince şükretmek kolaydır. Sufi, dileği gerçekleşmediğinde de şükredebilendir.
Dokuzuncu Kural: Sabretmek öyle durup beklemek değil, ileri görüşlü olmak demektir. Sabır nedir? Dikene bakıp gülü, geceye bakıp gündüzü tahayyül edebilmektir. Allah aşıkları sabrı gülbeşeker gibi tatlı tatlı emer, hazmeder. Ve bilirler ki, gökteki ayın hilalden dolunaya varması için zaman gerekir.
Onuncu Kural: Ne yöne gidersen git, -Doğu, Batı, Kuzey ya da Güney -çıktığın her yolculuğun içine doğru bir seyahat olarak düşün! Kendi içine yolculuk eden kişi sonunda arzı dolaşır.
On Birinci Kural: Ebe bilir ki sancı çekilmeden doğum olmaz, ana rahminden bebeğe yol açılmaz. Senden yepyeni ve taptaze bir “Sen” zuhur edebilmesi için zorluklara, sancılara hazır olman gerekir.
On İkinci Kural: Aşk bir seferdir. Bu sefere çıkan her yolcu, istese de istemese de tepeden tırnağa değişir. Bu yollara dalıp da değişmeyen yoktur.
On Üçüncü Kural: Şu dünyada semadaki yıldızlardan daha fazla sayıda sahte hoca şeyh şıh var. Hakiki mürşit seni kendi içine bakmaya ve nefsini aşıp kendindeki güzellikleri bir bir keşfetmeye yönlendirir. Tutup da ona hayran olmaya değil.
On Dördüncü Kural: Hakk’ın karşısına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil seninle beraber aksın.” Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir “diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?
On Beşinci Kural: “Allah, içte ve dışta her an hepimizi tamama erdirmekle meşguldur. Tek tek hepimiz tamamlanmamış bir sanat eseriyiz. Yaşadığımız her hadise, attığımız her badire eksiklerimizi gidermemiz için tasarlanmıştır. Rab noksanlarımızla ayrı ayrı uğraşır çünkü beşeriyet denen eser, kusursuzluğu hedefler.”
On Altıncı Kural: Kusursuzdur ya Allah, O’nu sevmek kolaydır. Zor olan hatasıyla sevabıyla fani insanları sevmektir. Unutma ki kişi bir şeyi ancak sevdiği ölçüde bilebilir. Demek ki hakikaten kucaklamadan ötekini, Yaradan’dan ötürü yaratılanı sevmeden, ne layıkıyla bilebilir, ne layıkıyla sevebilirsin.
On Yedinci Kural: Esas kirlilik, dışta değil içte, kisvede değil kalpte olur. Onun dışındaki her leke ne kadar kötü görünürse görünsün, yıkandı mı temizlenir, suyla arınır. Yıkamakla çıkmayan tek pislik kalplerde yağ bağlamış haset ve art niyettir.
On Sekizinci Kural: Tüm kainat olanca katmanları ve karmaşasıyla insanın içinde gizlenmiştir. Şeytan dışımızda bizi ayartmayı bekleyen korkunç bir mahluk değil, bizzat içimizde bir sestir. Şeytanı kendinde ara; dışında, başkalarında değil. Ve unutma ki nefsini bilen Rabbini bilir. Başkalarıyla değil, sadece kendiyle uğraşan insan, sonunda mükafat olarak Yaradan’ı tanır.
On Dokuzuncu Kural: Başkalarından saygı, ilgi ya da sevgi bekliyorsan, önce sırasıyla kendine borçlusun bunları. Kendini sevmeyen birinin sevilmesi mümkün değildir. Sen kendini sevdiğin halde dünya sana diken yolladı mı sevin. Yakında gül yollayacak demektir.
Yirminci Kural: Yolun ucunun nereye varacağını düşünmek beyhude bir çabadan ibarettir. Sen sadece atacağın ilk adımı düşünmekle yükümlüsün. Gerisi zaten kendiliğinden gelir.
Yirmi Birinci Kural: Hepimiz farklı sıfatlarla sıfatlandırıldık. Şayet Allah herkesin tıpatıp aynı olmasını isteseydi, hiç şüphesiz öyle yapardı. Farklılıklara saygı göstermemek, kendi doğrularını başkalarına dayatmaya kalkmak, Hak’ın mukaddes nizamına saygısızlık etmektir.
Yirmi İkinci Kural: Hakiki Allah aşığı bir meyhaneye girdi mi orası ona namazgah olur. Ama bekri aynı namazgaha girdi mi orası ona meyhane olur. Şu hayatta ne yaparsak yapalım, niyetimizdir farkı yaratan, suret ile yaftalar değil.
Yirmi Üçüncü Kural: Yaşadığımız hayat elimize tutuşturulmuş rengarenk ve emanet bir oyuncaktan ibaret. Kimisi oyuncağı o kadar ciddiye alır ki ağlar, perişan olur onun için. Kimisi eline alır almaz şöyle bir kurcalar oyuncağı, kırar ve atar. Ya aşırı kıymet verir, ya kıymet bilmeyiz.
Aşırılıklardan uzak dur. Sufi ne ifrattadır ne tefritte. Sufi daima orta yerde…
Yirmi Dördüncü Kural: Madem ki insan eşref-i mahlukattır, yani varlıkların en şereflisi, attığı her adımda Allah’ın yeryüzündeki halifesi olduğunu hatırlayarak, buna yakışır soylulukta hareket etmelidir. İnsan yoksul düşse, iftiraya uğrasa, hapse girse, hatta esir olsa bile, gene de başı dik, gözü pek, gönlü emin bir halife gibi davranmaktan vazgeçmemelidir.
Yirmi Beşinci Kural: Cenneti ve cehennemi illa ki gelecekte arama. İkisi de şu an burada mevcut. Ne zaman birini çıkarsız, hesapsız ve pazarlıksız sevmeye başarsak, cennetteyiz aslında. Ne vakit birileriyle kavgaya tutuşsak; nefrete, hasede ve kine bulaşsak, tepetaklak cehenneme düşüveririz.
Yirmi Altıncı Kural: Kainat yekvücut, tek varlıktır. Her şey ve herkes görünmez iplerle birbirine bağlıdır. Sakın kimsenin ahını alma; bir başkasının hele hele senden zayıf olanın canını yakma. Unutma ki dünyanın öte ucunda tek bir insanın kederi, tüm insanlığı mutsuz edebilir. Ve bir kişinin saadeti, herkesin yüzünü güldürebilir.
Yirmi Yedinci Kural: Şu dünya bir dağ gibidir, ona nasıl seslenirsen o da sana sesleri öyle aksettirir. Ağzından hayırlı bir laf çıkarsa, hayırlı bir laf yankılanır. Şer çıkarsa, sana gerisin geri şer yankılanır.
Öyleyse kim ki senin hakkında kötü konuşur, sen o insan hakkında kırk gün kırk gece sadece güzel sözler et. Kırk günün sonunda göreceksin her şey değişmiş olacak. Senin gönlün değişirse, dünya değişir.
Yirmi Sekizinci Kural: Geçmiş zihinlerimiz kaplayan bir sis bulutundan ibaret. Gelecek ise başlı başına bir hayal perdesi. Ne geleceğimizi bilebilir, ne geçmişimizi değiştirebiliriz. Sufi daima şu an’ın hakikatini yaşar.
Yirmi Dokuzuncu Kural: Kader, hayatımızın önceden çizilmiş olması demek değildir. Bu sebepten” ne yapalım kaderimiz böyle “ deyip boyun bükmek cehalet göstergesidir. Kader yolun tamamı değil sadece yol ayırımlarını verir. Güzergah bellidir ama dönemeç ve sapaklar yolcuya aittir. Öyleyse ne hayatın hakimisin, ne de hayat karşısında çaresizsin.
Otuzuncu Kural: Hakiki Sufi öyle biridir ki başkaları tarafından kınansa, ayıplansa, dedikodusu yapılsa, hatta iftiraya uğrasa bile, o ağzını açıp da kimse hakkında tek kelime kötü laf etmez.
Sufi kusur görmez. Kusur örter.
Otuz Birinci Kural: Hakk’a yaklaşabilmek için kadife gibi bir kalbe sahip olmalı. Her insan şu veya bu şekilde yumuşamayı öğrenir. Kimi bir kaza geçirir, kimi ölümcül bir hastalık; kimi ayrılık acısı çeker; kimi maddi kayıp… Hepimiz kalpteki katılıkları çözmeye fırsat veren badireler atlatırız. Ama kimimiz bundaki hikmeti anlar ve yumuşar; kimimiz ise, ne yazık ki daha da sertleşerek çıkar.
Otuz İkinci Kural: Aranızdaki bütün perdeleri tek tek kaldır ki, Tanrı’ya saf bir aşkla bağlanabilesin. Kuralların olsun ama kurallarını başkalarını dışlamak yakut yargılamak için kullanma. Bilhassa putlardan uzak dur, dost. Ve sakın kendi doğrularını putlaştırma. İnancın büyük olsun ama inancınla büyüklük taslama!
Otuz Üçüncü Kural: Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken sen HİÇ ol. Menzilin yokluk olsun. İnsanın çömlekten farkı olmamalı. Nasıl çömleği tutan dışındaki biçim değil, içindeki boşluk ise, insanı ayakta tutan da benlik zannı değil, hiçlik bilincidir.
Otuz Dördüncü Kural: Hakk’a teslimiyet ne zayıflık ne edilgenlik demektir. Tam tersine, böylesi bir teslimiyet son derece güçlü olmayı gerektirir. Teslim olan insan çalkantılı ve girdaplı sularda debelenmeyi bırakır; emin bir beldede yaşar.
Otuz Beşinci Kural: Şu hayatta ancak tezatlarla ilerleyebiliriz. Mümin içindeki münkirle tanışmalı, Tanrıya inanmayan kişi ise içindeki inananla. İnsan-ı Kamil mertebesine varana kadar gıdım gıdım ilerler kişi. Ve ancak tezatları kucaklayabildiği ölçüde olgunlaşır.
Otuz Altıncı Kural: Hileden, desiseden endişe etme. Eğer birileri san tuzak kuruyor, zarar vermek istiyorsa, Tanrı’da onlara tuzak kuruyordur. Çukur kazanlar o çukura kendileri düşer. Bu sistem karşılıklar esasına göre işler. Ne bir katre hayır karşılıksız kalır, ne bir katre şer.
O’nun bilgisi dışında yaprak bile kımıldamaz. Sen sadece buna inan!
Otuz Yedinci Kural: Tanrı kılı kırk yararak titizlikle çalışan bir saat ustasıdır. O kadar dakiktir ki sayesinde her şey tam zamanında olur. Ne bir saniye erken, ne bir saniye geç. Her insan için bir aşık olma zamanı vardır, bir de ölme zamanı.
Otuz Sekizinci Kural: ’Yaşadığım hayatı değiştirmeye, kendimi dönüştürmeye hazır mıyım?’ diye sormak için hiçbir zaman geç değil. Kaç yaşında olursak olalım, başımızdan ne geçmiş olursa olsun, tamamen yenilenmek mümkün.
Tek bir gün bile tıpatıp aynıysa yazık. Her an her nefeste yenilenmeli. Yepyeni bir yaşama doğmak için ölmeden önce ölmeli.
Otuz Dokuzuncu Kural: Noktalar sürekli değişse de bütün aynıdır. Bu dünyadan giden bir hırsız için bir hırsız daha doğar. Ölen her dürüst insanın yerini bir dürüst insan alır. Hem bütün hiçbir zaman bozulmaz, her şey yerli yerinde kalır, merkezinde… Hem de bir günden bir güne hiçbir şey aynı olmaz.
Ölen her Sufi için Yeni bir Sufi daha doğar.
Kırkıncı Kural: Aşksız geçen bir ömür beyhude yaşanmıştır. Acaba ilahi aşk peşinde mi koşmalı, mecazi mi, yoksa dünyevi, semavi ya da cismani diye sorma! Ayrımlar ayrımları doğurur. AŞK’ın ise hiçbir sıfat ve tamlamaya ihtiyacı yoktur.
Başlı başına bir dünyadır aşk. Ya tam ortasındasındır, merkezinde, ya da dışındasındır, hasretinde.
Hem gözümün önünde olsun, hem de arada bir okuyup hatırlayayım diye şuraya not düşeyim :)
Birinci Kural: Yaradanı hangi kelimelerle tanımladığımız, kendimizi nasıl gördüğümüze ayna tutar. Şayet Tanrı dendi mi öncelikle korkulacak, utanılacak bir varlık geliyorsa aklına, demek ki sende korku ve utanç içindesin çoğunlukla. Yok eğer Tanrı dendi mi evvele aşk, merhamet ve şefkat anlıyorsan, sende de bu vasıflardan bolca mevcut demektir.
İkinci Kural: Hak Yolu’nda ilerlemek yürek işidir, akıl işi değil. Kılavuzun daima yüreğin olsun, omzun üstündeki kafan değil. Nefsini bilenlerden ol, silenlerden değil!
Üçüncü Kural: Kuran dört seviyede okunabilir. İlk seviye zahire manadır. Sonraki batıni mana. Üçüncü batıninın batınisıdır. Dördüncü seviye o kadar derindir ki kelimeler kifayesiz kalır tarif etmeye.
Dördüncü Kural: Kainattaki her zerrede Allah’ın sıfatlarını bulabilirsin, çünkü O camide, mescitte, kilisede, havrada değil her an her yerdedir. Allah’ı görüp yaşayan olmadığı gibi O’nu görüp ölen de yoktur. Kim O’nu bulursa sonsuza dek O’nda kalır.
Beşinci Kural: Aklın kimyası ile aşkın kimyası başkadır. Akıl temkinlidir. Korka korka atar adımlarını. ‘Aman sakın kendini’ diye tembihler. Halbuki aşk öyle mi? Onun tek dediği: ‘bırak kendini, ko gitsin!’
Akıl kolay kolay yıkılmaz. Aşk ise kendini yıpratır, harap düşer. Halbuki hazineler ve defineler yıkıntılar arasında olur. Ne varsa harap bir kalpte var!
Altıncı Kural: Şu dünyada çatışma, önyargı ve husumetlerin çoğu dilden kaynaklanır. Sen sen ol, kelimelere fazla takılma. Aşk diyarında dil zaten hükmünü yitirir. Aşık dilsiz olur.
Yedinci Kural: Şu hayatta tek başına inzivada kalarak, sadece kendi sesinin yankısını duyarak, Hakikat’i keşfedemezsin. Kendini ancak bir başka insanın aynasında tam olarak görebilirsin.
Sekizinci Kural: Başına ne gelirse gelsin, karamsarlığa kapılma. Bütün kapılar kapansa bile, sonunda O sana kimsenin bilmediği bir patika açar. Sen şu anda göremesen de, dar geçitler ardında nice cennet bahçeleri var. Şükret! İstediğini elde edince şükretmek kolaydır. Sufi, dileği gerçekleşmediğinde de şükredebilendir.
Dokuzuncu Kural: Sabretmek öyle durup beklemek değil, ileri görüşlü olmak demektir. Sabır nedir? Dikene bakıp gülü, geceye bakıp gündüzü tahayyül edebilmektir. Allah aşıkları sabrı gülbeşeker gibi tatlı tatlı emer, hazmeder. Ve bilirler ki, gökteki ayın hilalden dolunaya varması için zaman gerekir.
Onuncu Kural: Ne yöne gidersen git, -Doğu, Batı, Kuzey ya da Güney -çıktığın her yolculuğun içine doğru bir seyahat olarak düşün! Kendi içine yolculuk eden kişi sonunda arzı dolaşır.
On Birinci Kural: Ebe bilir ki sancı çekilmeden doğum olmaz, ana rahminden bebeğe yol açılmaz. Senden yepyeni ve taptaze bir “Sen” zuhur edebilmesi için zorluklara, sancılara hazır olman gerekir.
On İkinci Kural: Aşk bir seferdir. Bu sefere çıkan her yolcu, istese de istemese de tepeden tırnağa değişir. Bu yollara dalıp da değişmeyen yoktur.
On Üçüncü Kural: Şu dünyada semadaki yıldızlardan daha fazla sayıda sahte hoca şeyh şıh var. Hakiki mürşit seni kendi içine bakmaya ve nefsini aşıp kendindeki güzellikleri bir bir keşfetmeye yönlendirir. Tutup da ona hayran olmaya değil.
On Dördüncü Kural: Hakk’ın karşısına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil seninle beraber aksın.” Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir “diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?
On Beşinci Kural: “Allah, içte ve dışta her an hepimizi tamama erdirmekle meşguldur. Tek tek hepimiz tamamlanmamış bir sanat eseriyiz. Yaşadığımız her hadise, attığımız her badire eksiklerimizi gidermemiz için tasarlanmıştır. Rab noksanlarımızla ayrı ayrı uğraşır çünkü beşeriyet denen eser, kusursuzluğu hedefler.”
On Altıncı Kural: Kusursuzdur ya Allah, O’nu sevmek kolaydır. Zor olan hatasıyla sevabıyla fani insanları sevmektir. Unutma ki kişi bir şeyi ancak sevdiği ölçüde bilebilir. Demek ki hakikaten kucaklamadan ötekini, Yaradan’dan ötürü yaratılanı sevmeden, ne layıkıyla bilebilir, ne layıkıyla sevebilirsin.
On Yedinci Kural: Esas kirlilik, dışta değil içte, kisvede değil kalpte olur. Onun dışındaki her leke ne kadar kötü görünürse görünsün, yıkandı mı temizlenir, suyla arınır. Yıkamakla çıkmayan tek pislik kalplerde yağ bağlamış haset ve art niyettir.
On Sekizinci Kural: Tüm kainat olanca katmanları ve karmaşasıyla insanın içinde gizlenmiştir. Şeytan dışımızda bizi ayartmayı bekleyen korkunç bir mahluk değil, bizzat içimizde bir sestir. Şeytanı kendinde ara; dışında, başkalarında değil. Ve unutma ki nefsini bilen Rabbini bilir. Başkalarıyla değil, sadece kendiyle uğraşan insan, sonunda mükafat olarak Yaradan’ı tanır.
On Dokuzuncu Kural: Başkalarından saygı, ilgi ya da sevgi bekliyorsan, önce sırasıyla kendine borçlusun bunları. Kendini sevmeyen birinin sevilmesi mümkün değildir. Sen kendini sevdiğin halde dünya sana diken yolladı mı sevin. Yakında gül yollayacak demektir.
Yirminci Kural: Yolun ucunun nereye varacağını düşünmek beyhude bir çabadan ibarettir. Sen sadece atacağın ilk adımı düşünmekle yükümlüsün. Gerisi zaten kendiliğinden gelir.
Yirmi Birinci Kural: Hepimiz farklı sıfatlarla sıfatlandırıldık. Şayet Allah herkesin tıpatıp aynı olmasını isteseydi, hiç şüphesiz öyle yapardı. Farklılıklara saygı göstermemek, kendi doğrularını başkalarına dayatmaya kalkmak, Hak’ın mukaddes nizamına saygısızlık etmektir.
Yirmi İkinci Kural: Hakiki Allah aşığı bir meyhaneye girdi mi orası ona namazgah olur. Ama bekri aynı namazgaha girdi mi orası ona meyhane olur. Şu hayatta ne yaparsak yapalım, niyetimizdir farkı yaratan, suret ile yaftalar değil.
Yirmi Üçüncü Kural: Yaşadığımız hayat elimize tutuşturulmuş rengarenk ve emanet bir oyuncaktan ibaret. Kimisi oyuncağı o kadar ciddiye alır ki ağlar, perişan olur onun için. Kimisi eline alır almaz şöyle bir kurcalar oyuncağı, kırar ve atar. Ya aşırı kıymet verir, ya kıymet bilmeyiz.
Aşırılıklardan uzak dur. Sufi ne ifrattadır ne tefritte. Sufi daima orta yerde…
Yirmi Dördüncü Kural: Madem ki insan eşref-i mahlukattır, yani varlıkların en şereflisi, attığı her adımda Allah’ın yeryüzündeki halifesi olduğunu hatırlayarak, buna yakışır soylulukta hareket etmelidir. İnsan yoksul düşse, iftiraya uğrasa, hapse girse, hatta esir olsa bile, gene de başı dik, gözü pek, gönlü emin bir halife gibi davranmaktan vazgeçmemelidir.
Yirmi Beşinci Kural: Cenneti ve cehennemi illa ki gelecekte arama. İkisi de şu an burada mevcut. Ne zaman birini çıkarsız, hesapsız ve pazarlıksız sevmeye başarsak, cennetteyiz aslında. Ne vakit birileriyle kavgaya tutuşsak; nefrete, hasede ve kine bulaşsak, tepetaklak cehenneme düşüveririz.
Yirmi Altıncı Kural: Kainat yekvücut, tek varlıktır. Her şey ve herkes görünmez iplerle birbirine bağlıdır. Sakın kimsenin ahını alma; bir başkasının hele hele senden zayıf olanın canını yakma. Unutma ki dünyanın öte ucunda tek bir insanın kederi, tüm insanlığı mutsuz edebilir. Ve bir kişinin saadeti, herkesin yüzünü güldürebilir.
Yirmi Yedinci Kural: Şu dünya bir dağ gibidir, ona nasıl seslenirsen o da sana sesleri öyle aksettirir. Ağzından hayırlı bir laf çıkarsa, hayırlı bir laf yankılanır. Şer çıkarsa, sana gerisin geri şer yankılanır.
Öyleyse kim ki senin hakkında kötü konuşur, sen o insan hakkında kırk gün kırk gece sadece güzel sözler et. Kırk günün sonunda göreceksin her şey değişmiş olacak. Senin gönlün değişirse, dünya değişir.
Yirmi Sekizinci Kural: Geçmiş zihinlerimiz kaplayan bir sis bulutundan ibaret. Gelecek ise başlı başına bir hayal perdesi. Ne geleceğimizi bilebilir, ne geçmişimizi değiştirebiliriz. Sufi daima şu an’ın hakikatini yaşar.
Yirmi Dokuzuncu Kural: Kader, hayatımızın önceden çizilmiş olması demek değildir. Bu sebepten” ne yapalım kaderimiz böyle “ deyip boyun bükmek cehalet göstergesidir. Kader yolun tamamı değil sadece yol ayırımlarını verir. Güzergah bellidir ama dönemeç ve sapaklar yolcuya aittir. Öyleyse ne hayatın hakimisin, ne de hayat karşısında çaresizsin.
Otuzuncu Kural: Hakiki Sufi öyle biridir ki başkaları tarafından kınansa, ayıplansa, dedikodusu yapılsa, hatta iftiraya uğrasa bile, o ağzını açıp da kimse hakkında tek kelime kötü laf etmez.
Sufi kusur görmez. Kusur örter.
Otuz Birinci Kural: Hakk’a yaklaşabilmek için kadife gibi bir kalbe sahip olmalı. Her insan şu veya bu şekilde yumuşamayı öğrenir. Kimi bir kaza geçirir, kimi ölümcül bir hastalık; kimi ayrılık acısı çeker; kimi maddi kayıp… Hepimiz kalpteki katılıkları çözmeye fırsat veren badireler atlatırız. Ama kimimiz bundaki hikmeti anlar ve yumuşar; kimimiz ise, ne yazık ki daha da sertleşerek çıkar.
Otuz İkinci Kural: Aranızdaki bütün perdeleri tek tek kaldır ki, Tanrı’ya saf bir aşkla bağlanabilesin. Kuralların olsun ama kurallarını başkalarını dışlamak yakut yargılamak için kullanma. Bilhassa putlardan uzak dur, dost. Ve sakın kendi doğrularını putlaştırma. İnancın büyük olsun ama inancınla büyüklük taslama!
Otuz Üçüncü Kural: Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken sen HİÇ ol. Menzilin yokluk olsun. İnsanın çömlekten farkı olmamalı. Nasıl çömleği tutan dışındaki biçim değil, içindeki boşluk ise, insanı ayakta tutan da benlik zannı değil, hiçlik bilincidir.
Otuz Dördüncü Kural: Hakk’a teslimiyet ne zayıflık ne edilgenlik demektir. Tam tersine, böylesi bir teslimiyet son derece güçlü olmayı gerektirir. Teslim olan insan çalkantılı ve girdaplı sularda debelenmeyi bırakır; emin bir beldede yaşar.
Otuz Beşinci Kural: Şu hayatta ancak tezatlarla ilerleyebiliriz. Mümin içindeki münkirle tanışmalı, Tanrıya inanmayan kişi ise içindeki inananla. İnsan-ı Kamil mertebesine varana kadar gıdım gıdım ilerler kişi. Ve ancak tezatları kucaklayabildiği ölçüde olgunlaşır.
Otuz Altıncı Kural: Hileden, desiseden endişe etme. Eğer birileri san tuzak kuruyor, zarar vermek istiyorsa, Tanrı’da onlara tuzak kuruyordur. Çukur kazanlar o çukura kendileri düşer. Bu sistem karşılıklar esasına göre işler. Ne bir katre hayır karşılıksız kalır, ne bir katre şer.
O’nun bilgisi dışında yaprak bile kımıldamaz. Sen sadece buna inan!
Otuz Yedinci Kural: Tanrı kılı kırk yararak titizlikle çalışan bir saat ustasıdır. O kadar dakiktir ki sayesinde her şey tam zamanında olur. Ne bir saniye erken, ne bir saniye geç. Her insan için bir aşık olma zamanı vardır, bir de ölme zamanı.
Otuz Sekizinci Kural: ’Yaşadığım hayatı değiştirmeye, kendimi dönüştürmeye hazır mıyım?’ diye sormak için hiçbir zaman geç değil. Kaç yaşında olursak olalım, başımızdan ne geçmiş olursa olsun, tamamen yenilenmek mümkün.
Tek bir gün bile tıpatıp aynıysa yazık. Her an her nefeste yenilenmeli. Yepyeni bir yaşama doğmak için ölmeden önce ölmeli.
Otuz Dokuzuncu Kural: Noktalar sürekli değişse de bütün aynıdır. Bu dünyadan giden bir hırsız için bir hırsız daha doğar. Ölen her dürüst insanın yerini bir dürüst insan alır. Hem bütün hiçbir zaman bozulmaz, her şey yerli yerinde kalır, merkezinde… Hem de bir günden bir güne hiçbir şey aynı olmaz.
Ölen her Sufi için Yeni bir Sufi daha doğar.
Kırkıncı Kural: Aşksız geçen bir ömür beyhude yaşanmıştır. Acaba ilahi aşk peşinde mi koşmalı, mecazi mi, yoksa dünyevi, semavi ya da cismani diye sorma! Ayrımlar ayrımları doğurur. AŞK’ın ise hiçbir sıfat ve tamlamaya ihtiyacı yoktur.
Başlı başına bir dünyadır aşk. Ya tam ortasındasındır, merkezinde, ya da dışındasındır, hasretinde.
08 Nisan 2010
Günün incisi - mutluluk :)
Hayat insanlara bütün nimetleri verse bile onları tadabilecek bir ruh gerekir.
Bizleri mutlu eden birşeyin sahibi olmak değil, tadına varabilmektir.
Horasius
Bizleri mutlu eden birşeyin sahibi olmak değil, tadına varabilmektir.
Horasius
13 Mart 2010
Günün incisi
Eylemler kaderin kalemidir.
Bugün çizilen eylem çizgisi yarının kaderi haline gelir.
Bu nedenle kaleminizin bir sanat çalışması yaptığından emin olun.
Bugün çizilen eylem çizgisi yarının kaderi haline gelir.
Bu nedenle kaleminizin bir sanat çalışması yaptığından emin olun.
07 Mart 2010
Biraz insanlık, biraz eşeklik, biraz köpeklik, biraz maymunluk
Sözüm meclisten dışarı ama hoş bir hikaye;
Tanrı "eşeği" yarattığı zaman ona;
- "Sen güneşin doğuşundan, batışına dek durmak dinlenmek bilmeden çalışacaksın, sırtında ağır çuvallar taşıyacaksın, ot yiyip karnını doyuracaksın ve zekadan yoksun olarak 50 yıl yaşayacaksın, eşek olacaksın" dedi.
Eşek cevap verdi;
- Tanrım ben eşek olacağım ama 50 yıl fazla, bana 20 yıllık bir ömür yeter.
Tanrı köpeği yaratınca;
- "Sen insanların evlerini bekleyeceksin, onun en iyi dostu olacaksın, önüne ne konursa yiyeceksin, köpek olacaksın ve 25 yıl yaşayacaksın" dedi.
Köpek cevap verdi;
- Tanrım 25 yıl bana çok, 10 yıl yeter.
Tanrı maymunu yaratınca;
- "Sen daldan dala atlayacaksın, saçma şeyler yapacaksın, komik olacaksın ve 20 yıl yaşayacaksın" dedi.
Maymun cevap verdi;
- Tanrım 20 yıl bana fazla. Bana 10 yıl yeter.
ve Tanrı hepsinin isteğini kabul etti.
Nihayet Tanrı insanı yaratınca;
- "Sen insan olacaksın. Bu gezegenin yegane akıllı yaratığı olacaksın. Aklınla dünyayı yönetecek ve 20 yıl yaşayacaksın" dedi.
İnsan cevap verdi;
- Tanrım ben insan olacağım ama 20 yıl yaşamak çok az. Neden eşeğin istemediği 30, köpeğin istemediği 15 ve maymunun istemediği 10 yıllık ömrü benimkine ilave etmiyorsun?
Tanrı insanın isteğini de kabul etti.
O zamandan beri insan, 20 yıl insan gibi yaşar. Sonra yetişkin çağa girer, 30 yıl eşek gibi çalışıp sırtında yük taşır. Çocukları evi terkedince 15 yıl köpek gibi yaşar, evini bekler ve önüne ne koyarlarsa onu yer.
Sonra emekli olur ve 10 yıl maymun gibi yaşar, evden eve sıçrayıp çocuklarını ziyaret eder, saçma sapan şeyler yaparak torunlarını güldürür.
Tanrı "eşeği" yarattığı zaman ona;- "Sen güneşin doğuşundan, batışına dek durmak dinlenmek bilmeden çalışacaksın, sırtında ağır çuvallar taşıyacaksın, ot yiyip karnını doyuracaksın ve zekadan yoksun olarak 50 yıl yaşayacaksın, eşek olacaksın" dedi.
Eşek cevap verdi;
- Tanrım ben eşek olacağım ama 50 yıl fazla, bana 20 yıllık bir ömür yeter.
Tanrı köpeği yaratınca;
- "Sen insanların evlerini bekleyeceksin, onun en iyi dostu olacaksın, önüne ne konursa yiyeceksin, köpek olacaksın ve 25 yıl yaşayacaksın" dedi.
Köpek cevap verdi;
- Tanrım 25 yıl bana çok, 10 yıl yeter.
Tanrı maymunu yaratınca;
- "Sen daldan dala atlayacaksın, saçma şeyler yapacaksın, komik olacaksın ve 20 yıl yaşayacaksın" dedi.
Maymun cevap verdi;
- Tanrım 20 yıl bana fazla. Bana 10 yıl yeter.
ve Tanrı hepsinin isteğini kabul etti.
Nihayet Tanrı insanı yaratınca;
- "Sen insan olacaksın. Bu gezegenin yegane akıllı yaratığı olacaksın. Aklınla dünyayı yönetecek ve 20 yıl yaşayacaksın" dedi.
İnsan cevap verdi;
- Tanrım ben insan olacağım ama 20 yıl yaşamak çok az. Neden eşeğin istemediği 30, köpeğin istemediği 15 ve maymunun istemediği 10 yıllık ömrü benimkine ilave etmiyorsun?
Tanrı insanın isteğini de kabul etti.
O zamandan beri insan, 20 yıl insan gibi yaşar. Sonra yetişkin çağa girer, 30 yıl eşek gibi çalışıp sırtında yük taşır. Çocukları evi terkedince 15 yıl köpek gibi yaşar, evini bekler ve önüne ne koyarlarsa onu yer.
Sonra emekli olur ve 10 yıl maymun gibi yaşar, evden eve sıçrayıp çocuklarını ziyaret eder, saçma sapan şeyler yaparak torunlarını güldürür.
Saklı cennet - Yedigöller
Siz hiç güneşin üzerine çarpışı ile altın sarısı parlayan bir yaprak gördünüz mü?
Ya kırmızının tonlarından oluşan bir ağaç?
Peki tüm bunların hep birlikte yan yana olduğunu hayal edebiliyor musunuz?
İşte Yedigöller tam böyle bir yer!
Sarının, kırmızının ve yeşilin her tonunu bulabileceğiniz eşsiz bir tabiat harikası.
Sanki Tanrı boya paletini eline almış ve oradaki bütün renkleri kullanmış. O renklerle de kalmamış, hepsini karıştırarak elde ettiği yepyeni muazzam renklerle boyamış.
Saklı cennet denmesi boşuna değil :)
Her saklı güzelliğe ulaşmanın kolay olmadığı gibi, buraya ulaşabilmek için de şehrin dışına çıkmak gerekiyor biraz.

En güzel zamanı ilkbahar ve sonbahar.
Yedigöller'e adını veren yedi göl, vadi boyyunca yer kaymaları ile ortaya çıkan çukurlardan oluşuyor.
Yöreye adını veren yedi göl ise; Sazlıgöl, İncegöl, Nazlıgöl, Küçükgöl, Deringöl, Büyükgöl ve Seringöl.
Haftasonları fotoğraf ve trekking kulüplerinin akınına uğruyor.
Bölgede 240'a yakın bitki türü bulunuyormuş.
Şehir hayatında birazcık yeşil ot görmeye bile hasret kalan biz, adeta oksijen çarpmasına uğruyoruz.
Şelale sesi, toprak kokusu ve kuş cıvıltıları eşliğinde ilerliyoruz.
Baktığınız her yer harika bir fotoğraf karesi.
Fotoğraf makinenizi hiç bakmadan rastgele bir yeri çekseniz bile, muhteşem fotoğraf kareleri yakalayacak kadar güzel.
Çok söze gerek yok. Resimler zaten anlatıyor, öyle değil mi?
Ya kırmızının tonlarından oluşan bir ağaç?
Peki tüm bunların hep birlikte yan yana olduğunu hayal edebiliyor musunuz?
İşte Yedigöller tam böyle bir yer!
Sarının, kırmızının ve yeşilin her tonunu bulabileceğiniz eşsiz bir tabiat harikası.
Sanki Tanrı boya paletini eline almış ve oradaki bütün renkleri kullanmış. O renklerle de kalmamış, hepsini karıştırarak elde ettiği yepyeni muazzam renklerle boyamış.
Saklı cennet denmesi boşuna değil :)
Her saklı güzelliğe ulaşmanın kolay olmadığı gibi, buraya ulaşabilmek için de şehrin dışına çıkmak gerekiyor biraz.

En güzel zamanı ilkbahar ve sonbahar.
Yedigöller'e adını veren yedi göl, vadi boyyunca yer kaymaları ile ortaya çıkan çukurlardan oluşuyor.
Yöreye adını veren yedi göl ise; Sazlıgöl, İncegöl, Nazlıgöl, Küçükgöl, Deringöl, Büyükgöl ve Seringöl.
Haftasonları fotoğraf ve trekking kulüplerinin akınına uğruyor.
Bölgede 240'a yakın bitki türü bulunuyormuş.
Şehir hayatında birazcık yeşil ot görmeye bile hasret kalan biz, adeta oksijen çarpmasına uğruyoruz.
Şelale sesi, toprak kokusu ve kuş cıvıltıları eşliğinde ilerliyoruz.
Baktığınız her yer harika bir fotoğraf karesi.
Fotoğraf makinenizi hiç bakmadan rastgele bir yeri çekseniz bile, muhteşem fotoğraf kareleri yakalayacak kadar güzel.
Çok söze gerek yok. Resimler zaten anlatıyor, öyle değil mi?
Detox yapıyorum
Odamda yıllarca biriken eşyaların ruhumda yarattığı ağırlık ile bir anda bahar temizliğine soyundum bu sabah.Yıllarca ne çok biriktirmişim; Takmadığım takılar, günün birinde giyerim diye gardrobun arka taraflarında kalmış giysiler, yepyeni modası yine gelir diye tutulan ayakkabılar, çözünürlüğü 3,1 megapiksellerden başlayan fotoğraf makineleri, gezilen görülen yerlerden alınan anılar, hatıra kutuları, CD'lerden önce kullandığımız artık bilgisayarlara bile uymayan disketler, dünyanın dört bir yanından gelen kartpostallar....Arkadaşlarımın taş devrinden kalma icq numaraları bile var :) Gerisini siz düşünün artık :)) Daha bir sürü ıvırlar, zıvırlar....
Başak burcu böyledir işte.
Herşeyi biriktirir, hem de ayrı ayrı kutularda :P
Hatıralara önem verir. Biriktirdiklerinin değerinden çok, onların hatırasıdır aslında saklamak istediği.
Kolları sıvadım ve AT-TIM.
Hepsini ama hepsini attım.
Son bir yılda dokunulmayan ne varsa hepsini.
Tüm ıvır zıvırlardan arındım.
Hani derler ya "şu duvarların bir dili olsa da konuşsa" diye.
Hepsinin enerjisi birikmişti sanki.
Köşe bucak tertemiz artık.
Anlayacağınız odamda detox yaptım :)
Şimdiii sıra bende :))
17 Ocak 2010
Up in the Air - Aklı Havada
İnsan kaynakları alanında çalışanlara duyurulur;
Tam sizlik bir film geliyor. Geçen hafta öngösterimini izlediğim "Up in the Air" aslında herkesin ilgisini çekebilecek güzel bir film ama
özellikle İK'cılar günlük yaşamlarından önemli kesitler bulacaklar.
Film güzel :)
George Clooney'i izlemek filmi daha da güzelleştiriyor :))
Clooney şehir şehir ABD'yi dolaşarak, firma çalışanlarını işten kovan bir insan kaynakları yöneticisi rolünde.
Hayatında bağlılık hissettiği hiç bir kişi yok. Ne aile...ne eş...ne de sevgili...
Bu o kadar ileri derecede ki verdiği konferanslarda bile "Hayatınızdaki herşeyi bir sırt çantasına koyup, gidebilmelisiniz" diyor.
Tek hedefi uçak seyahatleri ile 1 milyon mil puan toplamak.
Dolayısı ile iş seyahatleri sayesinde tüm yaşamı havada geçiyor.
Havada derken; hem uçak seyahatlerinde havada hem de aslında bomboş havada kalan bir yaşam....
İlişkilerini bile havada yaşıyor, havada bırakıyor Clooney..
Bu arada işyerinde herşeyi online sisteme taşıyıp, iş görüşmelerini bile video konferans ortamına taşımak isteyen idealist, hırslı, çömez bir bayan alınıyor işe.
İşten kovmaları bile online ortamda yaparak, şirketin seyahat masraflarını azaltacağını düşünen bu zihniyet, Clooney ile birlikte işten kovma konusunda staja başlıyor.
Sonunda insan duygularının da online ortama taşınamayacağını öğreniyor tabii.
Hayatta hiç kimse ile duygusal bir bağı olmayan Clooney ise aile, yuva, sevgi gibi duyguları düşünmeye başlıyor.
Hem ik'cıların hem de günümüzün yoğun koşuşturmasındaki tüm kariyer insanları için çok güzel mesajlar içeriyor film.
Hayatta çoğu zaman kitaptan öğrenme bilgilerin yeterli olmadığı, insan ilişkilerinin ne kadar önemli olduğunu, ailenin önemi, bir takım hedefler peşinde koşarken aile, yuva gibi hayatın diğer önemli alanlarını da gözardı etmemek gerektiği gibi pek çok önemli mesajı hatırlattı bize.
Tam sizlik bir film geliyor. Geçen hafta öngösterimini izlediğim "Up in the Air" aslında herkesin ilgisini çekebilecek güzel bir film ama
özellikle İK'cılar günlük yaşamlarından önemli kesitler bulacaklar.
Film güzel :)
George Clooney'i izlemek filmi daha da güzelleştiriyor :))
Clooney şehir şehir ABD'yi dolaşarak, firma çalışanlarını işten kovan bir insan kaynakları yöneticisi rolünde.
Hayatında bağlılık hissettiği hiç bir kişi yok. Ne aile...ne eş...ne de sevgili...
Bu o kadar ileri derecede ki verdiği konferanslarda bile "Hayatınızdaki herşeyi bir sırt çantasına koyup, gidebilmelisiniz" diyor.
Tek hedefi uçak seyahatleri ile 1 milyon mil puan toplamak.
Dolayısı ile iş seyahatleri sayesinde tüm yaşamı havada geçiyor.
Havada derken; hem uçak seyahatlerinde havada hem de aslında bomboş havada kalan bir yaşam....
İlişkilerini bile havada yaşıyor, havada bırakıyor Clooney..
Bu arada işyerinde herşeyi online sisteme taşıyıp, iş görüşmelerini bile video konferans ortamına taşımak isteyen idealist, hırslı, çömez bir bayan alınıyor işe.
İşten kovmaları bile online ortamda yaparak, şirketin seyahat masraflarını azaltacağını düşünen bu zihniyet, Clooney ile birlikte işten kovma konusunda staja başlıyor.
Sonunda insan duygularının da online ortama taşınamayacağını öğreniyor tabii.
Hayatta hiç kimse ile duygusal bir bağı olmayan Clooney ise aile, yuva, sevgi gibi duyguları düşünmeye başlıyor.
Hem ik'cıların hem de günümüzün yoğun koşuşturmasındaki tüm kariyer insanları için çok güzel mesajlar içeriyor film.
Hayatta çoğu zaman kitaptan öğrenme bilgilerin yeterli olmadığı, insan ilişkilerinin ne kadar önemli olduğunu, ailenin önemi, bir takım hedefler peşinde koşarken aile, yuva gibi hayatın diğer önemli alanlarını da gözardı etmemek gerektiği gibi pek çok önemli mesajı hatırlattı bize.
16 Ocak 2010
Bir ustanın parmaklarından...
Her seferinde aynı hisse kapılıyorum...İstanbul Resitalleri'ne her gittiğimde, koltuğuma oturup, arkama yaslandığımda..
Sanki tüm ay boyunca beynimin, aklımın, ruhumun, bedenimin dinlendiğini hissettiğim tek yermiş gibi geliyor.
Zaman duruyor ve ben dinliyorum...
Sadece müziği değil, kendimi de ...
Huzur dolu bir dinginlik kaplıyor içimi....
Resitalin bu ayki konuğu Dejan Lazic'di.
Kendisini ikinci kez dinliyorum ve yine muhteşemdi!
Ağırlıklı romantik dönem piyano parçaları ile bilinen Chopin'den çaldı.
Özenli seçilen parçalar...
Usta bir sanatçının parmaklarından adeta akan notalar...
Bize de bu keyifli anın tadını yaşamak kaldı!
Kaydol:
Yorumlar (Atom)















